Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Arap Baharı sürecinde Suudi Arabistan ile koordineli bir şekilde bölgesel alanda daha etkin rol oynamak, Yemen ve Bahreyn gibi komşu rejimler için tehdit oluşturan gösteri dalgasının kendisine sıçrama ihtimalini önlemek için net bir dış politika benimsedi.
BAE, Bahreyn’de mevcut rejime karşı protesto tehdidinin önüne geçmek için 2011 yılında “El-Cezire Kalkanı” güçlerinin bir parçası olarak Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerinin yanında yer aldı.
Ayrıca Suudi Arabistan ile BAE, Abdulfettah es-Sisi’nin Mısır’ın demokratik yollarla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye yönelik darbesini destekledi.
Suudi Arabistan ve BAE, 2011’den bu yana Arap Baharı devrimlerinin Körfez ülkeleri, Ürdün, Mısır ve Fas gibi müttefik ülkeler üzerindeki etkisini en aza indirmek için bazı ortak hedeflere ulaşmak üzere çalışmalar yürüttü.
Riyad ve Abu Dabi, Arap Baharı devrimlerinde sahnede olan siyasal İslami hareketleri, Körfez ülkelerindeki rejimler ve müttefikleri için “varoluşsal bir tehdit” olarak gördü.
Suudi Arabistan ve BAE, bu hareketlerin oluşturduğu “ortak tehdidin” yanı sıra doğrudan veya müttefik güçleri üzerinden ortaya çıkan “İran’ın bölgedeki nüfuzunu temsil eden” paralel bir varoluşsal tehdit ile de karşı karşıya kaldı.
İki ülkenin tehdit öncelikleri farklı
İki tehdit arasında, İran tehdidini öncelikli gören Suudi Arabistan’ın politikalarında BAE’nin politikalarından farklılık gösterdiğine dair işaretler ortaya çıktı. BAE ise tam aksine İran tehdidini azaltmak için çabalarken, İslami hareketlere ve Mısır ile Libya’daki mücadelesine öncelik verdi.
Batılı gözlemcilere göre, Savunma Bakanı olarak görev yapan, babası Kral Selman’ın göreve gelmesinden sonra veliaht ilan edilerek yetkileri genişletilen Muhammed Bin Selman, BAE’li mevkidaşı Muhammed Bin Zayid Al Nahyan ile yakın ilişkilere sahipti ve Yemen savaşı ile Katar’a uygulanan abluka gibi bölgesel konularda ortak koordinasyon içinde hareket ediyordu.
İran desteği ile 2014’te Yemen’in başkenti Sana’yı ele geçirerek güney bölgelere doğru ilerleyen Husilere karşı, Suudi Arabistan ile BAE’nin 2015’te kurdukları uluslararası koalisyon, iki tarafın da “İran tehdidini bertaraf etme” çalışmaları bağlamında en önemli durağı olmuştu.
Yemen ve İran konusundaki politikalarda farklılık işaretleri
BAE’nin Temmuz 2019’da Yemen’den kısmen çekilme kararı, BAE-Suudi Arabistan ilişkileri tarihinde bir kilometre taşı olarak kabul ediliyor.
Suudi Arabistan’ın İran ile ne şirketler ne de nüfus topluluğu konusunda herhangi bir ortak paydası bulunmazken, İran ile deniz güvenliği alanlarında koordineli ilişkiler sürdüren, yaklaşık 400 bin İranlı nüfusa ve yüzlerce İranlı şirkete ev sahipliği yapan BAE, Suudi Arabistan ve İran’dan farklı bir bölgesel rol oynayabilmekte.
BAE, Yemen’in güneyinin büyük bölümünü yıllarca kontrol ettikten sonra meşru hükümetle güç ve yönetimi paylaşan Güney Geçiş Konseyinde daha fazla müttefik gücü sağlayarak Yemen’de kendi lehine bazı önemli hedeflere ulaştı ve artık yoğun bir askeri varlığa ihtiyaç duymuyor gibi görünüyor.
İki ülkenin ihtilaflı olduğu konular açığa vurulmasa da BAE ve Suudi Arabistan’ın Yemen’deki politikalarında gerçek bir ayrışma olduğuna dair işaretler var.
Gözlemcilere göre, Suudi Arabistan Yemen’in birliğini korumak için güney Yemen’de bölgesel güçlerin yanında yer alarak paralel bir devlet kurulmasını sağlayan BAE politikaları sebebiyle ciddi tehdit altında olan Yemen devlet kurumları ve meşru hükümeti desteklemeye çalışıyor.
Trump yönetimi ile koordineli çalışma
Hem Suudi Arabistan hem BAE, eski ABD Başkanı Donald Trump’ın göreve gelmesinden sonra Washington yönetimiyle kurdukları derin bağlardan yararlanmaya çalıştı. Mayıs 2017’de ilk yurt dışı seyahatine Riyad’dan başlayan Trump’ın ziyaretinden sadece birkaç gün sonra Katar’a yönelik kapsamlı bir abluka başlatıldı.
Yaklaşık 4 yıl süren abluka, Joe Biden’ın başkan seçilmesi ve Suudi Arabistan’a yönelik ABD ilişkilerinin yeniden değerlendirilmesine, insan hakları ihlallerine öncelik verilmesine ve Yemen savaşında Suudi Arabistan’a silah satışı ile askeri desteğin durdurulmasına dayalı yeni politikası ile birlikte sona erdi.
Suudi Arabistan, Mayıs 2018’de ABD’nin nükleer anlaşmadan çekilmesinin ardından Trump’ın İran’a uyguladığı yaptırımlarla bölgedeki İran tehdidinin azaltılması ve Tahran’ın, Irak, Suriye, Lübnan ve Yemen’deki müttefikleri aracılığıyla nüfuzunu artırmasını önlemek için Trump yönetimiyle koordineli bir şekilde BAE ile bir araya geldi.
Tanker saldırıları BAE açısından kendi politikasını izlemesine yol açmış olabilir
Suudi petrol tesislerine 14 Eylül 2019’da düzenlenen saldırılar ve BAE’nin kara sularında 4 petrol tankerinin saldırıya uğramasının ardından BAE Afrika, Yemen ve Körfez’de Riyad’dan daha bağımsız bir politika izlemeye yöneldi.
BAE’nin Suudi Arabistan politikalarıyla farklılık işaretleri, ABD’nin raporlarına göre, arkasında İran’ın olduğu Mayıs 2019’da Fuceyra Limanı’nda 4 petrol tankerine düzenlenen ve Suudi Arabistan’ın aksine BAE’nin İran’ı suçlamaktan kaçınma siyaseti güttüğü saldırılarla ya da bunu takiben aynı yılın haziran ayında Umman Denizi’ndeki iki petrol tankerine yönelik saldırılar ile başlamış olabilir.
Suudi Arabistan’ın balistik füze ve insansız hava araçlarıyla yüzlerce saldırıya uğramasının ardından BAE, kendisini birden fazla kez tehdit eden ancak tehditlerini gerçekleştiremeyen Tahran veya Husilerin benzer saldırılarından kaçınmak için İran’la ilişkilerde daha ihtiyatlı bir politika benimsedi.
Halihazırdaki durum ittifakın kötüye gittiği şeklinde yorumlanamaz
BAE’nin dış politikalarında ya da siyasal İslami hareketlerle yüzleşme ve İran tehdidi gibi sıcak konularda bir araya geldiği Suudi Arabistan ile koalisyon ilişkileri ve ortaklık politikalarında Joe Biden’ın Beyaz Saray’a gelişinden sonra değişimler olması pek ihtimal dahilinde görünmüyor.
Abu Dabi Veliaht Prensi ile Suudi Veliaht Prens arasında bir yıl veya daha uzun bir süredir karşılıklı ziyaretler veya açıklanan telefon görüşmeleri olmamasına rağmen bu durum kişisel ilişkilerde veya karşılıklı koordinasyonda bir azalma olduğu anlamına gelmiyor.
İki ülkenin öncelikleri farklılık göstermesine rağmen taraflar arasındaki ilişkilerde gerginlik ihtimali ya da ortak koordinasyonda gerileme olduğuna dair bir işaret bulunmuyor.